Şafi Mezhebi - İmamı Şafî
ŞAFİ MEZHEBİ
İMAM -I ŞAFİ
İmam Şafiî (ö. 204/819)\'ye nispet edilen fıkıh ekolü. Şafiî\'nin
künyesi,
Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs elKureşî el-Hâşimî el-Muttalibî
b. Abbas b. Osman b. Şâfi\' olup H. 150\'de Gazze\'de doğmuştur. Hz. Peygamber\'in
dördüncü batından dedesi Abdu Menâf\'ın dokuzuncu göbekten torunudur. İmam
Şafiî\'nin doğum yılı Ebû Hanîfe\'nin (ö. 150/767) vefat yılına
rastlar.
Babası İdris bir iş için Filistin\'deki Gazze\'ye gitmiş ve orada
iken vefat etmişti. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan
Mekke\'ye getirdi. Küçük yaşta Kur\'an-ı Kerim\'i hıfzetti. Fasih Arapça konuşan
Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi. Sonra Mekke müftîsi Müslim b.
Hâlid ez-Zenâ\'den ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi. O zaman
on beş yaşlarında idi. Bundan sonra Medine\'ye gitti. Orada müctehid İmam Mâlik
b. Enes (ö. 179/795) fıkıhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta\'ı,
İmam Şafiî\'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini gizleyememişti. İmam Şafiî,
Süfyan b. Uyeyne, Fudayl b. Iyâz\'dan, amcası Muhammed b. Şâfi\' ve başkalarından
hadis rivayet etti.
Muhammed b. el-Hasan\'dan Irak fakihlerinin
kitaplarını aldı. Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu. 187 H.\'de
Mekke\'de, 195 H. de Bağdâd\'ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile görüştü. Böylece
Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Bağdad\'ta
"İmam Şafiî\'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya koydu. 200 H.de Mısır\'a
geçti ve "Yeni Mezheb" denilen görüşlerini tasnif etti. Orada iken 204/819\'da
vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi.
İmam Şafiî ilk olarak fıkıh
usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır. el-Hucce isimli eseri
Irak\'taki, "el-Ümm" ise Mısır\'daki görüşlerini kapsar.
İmam Şafiî mutlak,
bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O, Hicaz ve Irak
fıkhını birleştirici bir yol izledi. Ahmed b. Hanbel onun hakkında; "Şafiî,
Allah\'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi"
demiştir. (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu\'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985,
I, 36,37).
Şafiî Mezhebinin Usûlü
Delil
olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas\'a dayanır. Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin
aldığı "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur"
derdi. Masâlih-i Mürsele\'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi.
Bağdad\'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi.
İmam
Şafiî\'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir.
Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za\'ferânî ve Kerâbîsî\'dir. el-Ümm\'de yer alan
"yeni mezhebi"ni şu Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî,
er-Rabîu\'l-Ceyzî, er-Rabî\' b. Süleymân ve başkaları. Şafiîlerde fetvaya esas
olan yeni mezhep görüşleridir. Çünkü İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû\' etmiş
ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal etmem" demiştir. Ancak
basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır. Diğer yandan İmam Şafiî\'nin;
"Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatışan
bana ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a.g.e., 1, 37; Muhammed Ebû Zehra,
Kitabü\'ş- Şafiî, 149 vd.) dediği bildirilir.
Şafiî\'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini
Ayet ve hadislerden
hüküm çıkarmada, günlük fürû şer\'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren
bir takım usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların devrinde de sözlü
olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili
bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı
bir eser haline getirilmemişti. İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını
kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve
kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş,
İmam Mâlik\'ten aldığı Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak
fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir. Kendi yetiştiği çevre olan Mekke
fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle, fıkhın
genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü
tedvin etmiştir.
Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş
olmasında bir tuhaflık yoktur. Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır. Usûl ise bir
metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme niteliği gibi
doğuştan vardır. Aynı konuda birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin
öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması
gibi.
Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm
çıkarabilmiş, Kur\'an\'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b. Abbas\'ın ilminin
nakledildiği Mekke\'de yetiştiği için nesih konusunu
öğrenmiştir.
Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir.
Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onların
metodunu etkilememiştir. Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez. el-Âmidî (ö.
631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî
icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli\'l-Ahkâm, Kahire (t.y), I, 265). Bu
usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî
yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiştir. Meselâ;
kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl ile bilinip bilinemeyeceği,
peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sıfatına sahip (ma\'sûm) olup olmadığı
ve benzeri konular da tartışılmıştır.
Şafiî veya kelamcıların metodu ile
yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır. 1) Mu\'tezile
ekolünden Ebu\'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî\'nin (ö.463/1071)
Kitâbü\'l-Mu\'temed\'i,� 2) Şafiî ekolünden İmâmü\'l-Haremeyn el-Cüveynî\'nin
(ö.487/1085) "Kitâbü\'l-Bürhân"ı, 3), İmam el-Gazzalî\'nin (ö.505/1111)
"el-Mustasfâ"sı.
Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209) özetlemiş
ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir. Seyfüddin
el-Âmidi\'nin (ö. 631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı nitelikte birleştirici
ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl\'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283)
"et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında
özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü
bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği küçük
bir eserde topladı. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286) de bunun bir
benzerini yaptı.
el-Âmidî\'nin el-İhkâm\'ını ise İbn Hâcib (ö. 846/1442)
"Müntehâ \'s-Sül ve\'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru\'l-Müntehâ" isimli
eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan şerhler
izledi.
Şafiî Fıkhının Dayandığı
Kaynaklar
İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de
şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit
olan Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet\'te hüküm bulunmayan meselelerde
İcmâ\'dır. Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri arasında
çelişki bulunmamalıdır. Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan
sözlerdir. Beşincisi, Kıyas\'tır. Bu da temelde Kitap ve Sünnet\'e dayanır. İşte
ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire
1321-1325, VII, 246).
Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm
hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir. Çünkü diğer deliller de temelde
bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan
Sünneti aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur\'an\'ın beyanını tamamlar,
kısa anlatımlarını (mücmel) genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı
inceliklerini açıklar. Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için
ilim bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir. Birçok sahabîler de
hadise bu gözle bakıyordu.
Ancak bu durum, İmam Şafiî\'nin Sünneti her
yönden Kur\'an\'a denk saydığı anlamına gelmez. Çünkü her şeyden önce Kur\'an Allah
kelâmı, Sünnet Hz. Peygamber\'in söz, fiil ve takrirleridir. Kur\'an ibadet
amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur\'an tevatür yoluyla sabittir.
Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. İmam Şafiî\'ye göre Sünnet
Kur\'an\'ın dalı mesabesindedir. Bu yüzden gücünü Kur\'an\'dan alır, onu destekler
ve tamamlar. Bu bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır. Ancak
bunun için, Sünnet sağlam olmalıdır. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler,
birinciler kadar kuvvetli değildir. Diğer yandan Şafiî, inanç esaslarını
belirlemede Sünnetin Kur\'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir (M. Ebû
Zehra, İslâm\'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1978,
s. 336, 337)
Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil
Alması
Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve
meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler,
senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe
ayırırlar. Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak
üzere ikidir. Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet
kabilindendir. Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayısına
ulaşmamaktadır. Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere
üçe ayrılır. Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek
olan hadistir. Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet
edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan
birinde râvî sayısı iki olan hadistir. Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç
veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir.
İmam Şafiî âhâd
haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli
görür. O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği
hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik\'in ileri
sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları
öngörmez.
İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil
alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur:
1. Hz.
Peygamber, İslâm\'a davet için tevatür sayısında olmayan tek tek elçiler
göndermiştir. Bu elçilere, sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı
çıkan olmamıştır.
2. Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin
şahitliği ile karar verilmektedir (bk. el-Bakara,2/282). Halbuki iki kişi
tevatür sayısında değildir.
3. Hz. Peygamber, kendisinden hadis
işitenlere, bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta
buna özendirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz işitip
bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim,
10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b. Hanbel, I, 437,V,183). Diğer
yandan Vedâ haccı sırasında irad edilen hutbede de; hazır bulunanların,
bulunmayanlara tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri
ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî,
Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24;
Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu\', 10; Tirmizî, Hacc, 1;
Nesâî, Hacc, 111).
4. Sahabîler Hz. Peygamber\'in hadislerini, birbirinden
tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmamışlardır
(Ebû Zehra, a.g.e., 339, 340).
İmam Şafiî\'nin Mürsel
Hadisi Delil Alışı
Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis"
denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de
tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber\'den işitmiş gibi hadis
nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve İmam Mâlik,
bu çeşit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne
sürmeksizin kabul ederler.
İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet
eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve
bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder. Ayrıca hadisin şu
nitelikleri taşımasını da şart koşar:
1. Mürsel hadisi, senedi tam ve
aynı anlamda başka bir hadis desteklemelidir.
2. Mürseli, ilim
adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.
3.Mürsel
hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir.
4. İlim ehli, mürsel hadisi
kabul edip çoğu onunla fetva vermiş olmalıdır.
Ancak mürsel hadisle,
senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M. Ebû Zehra,
Usûlü\'lFıkh, Dâru\'l-Fikri\'l-Arabî tab\' 1377/1958, ts.,
111,112).
Uygulamadan örnek: Hz. Âişe (ö. 58/677)\'den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Hafsa\'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de
oruçlu idik. Bu yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanımıza
girdi. Ona durumu anlattık. Allah\'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun
yerine başka bir gün oruç tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö.
124/741) bunu Hz. Âişe\'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz. Âişe\'den
duymamış, Urve b. ez-Zübeyr\'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü\'l-Evtâr, IV, 319).
İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan
kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini
söyler.
Diğer yandan yine ez-Zührî\'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan
kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz.
Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî,
Nasbu\'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise, ravisi Said b. el-Müseyyeb meşhur
olduğu için kabul eder. Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet
hükmündedir. Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan
rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz
(Zekiyüddin Şa\'ban, Usûlü\'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990,
80,81).
Şafiî\'nin Sükûtî İcma\'ı Delil
Almayışı
İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır. Birincinin delil
oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur. Sükûtî icma\'; şer\'i bir meselede bir veya
birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki
diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın
susmalarıdır. Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî\'ye göre sükûtî icmâ delil
sayılmaz. Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan görüşe
katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir. Henüz o
mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan
müctehidden çekinmesi veya görüşünü açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma
korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir. Kısaca, ittifak
gerçekleşmedikçe icma\'ın varlığından söz edilemez. Şâfiîlerden sükûti icma\'ı
kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M. Ebû Zehra,
eş-Şafiî, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s. 252 vd.).
Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkması
İstihsan;
müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği
hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya
maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm
vermesidir.
İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda
"İbtalu\'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır. Bu eserde şöyle der: "Allah\'ın,
Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim
gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak bağlayıcı bir
delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim
sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına
kıyas yapma yolu ile olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan bağlayıcı
olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz". Şâfiî\'nin "Cimâu\'l-İlm" "er
Risâle" veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak
mümkündür.
Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu
konuda onları izlemiştir.
İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına
din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı
çıkmıştır:
1. Şer\'î hükümler ya doğrudan nass\'a (âyet-hadis) veya
kıyas yoluyla nass\'a dayanır. İstihsan bunlardan birisine dahilse ayrı bir
terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ı Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı
sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?� (el-Kıyâme, 75/36)
âyeti ile çelişir.
2. Kur\'an\'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte,
nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı takdirde yine
Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ, 4/59)
3. Hz.
Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından konuşmazdı. Nitekim eşine; "Sen
bana anamın sırtı gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti
(el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir.
4. Hz. Peygamber,
kendi kanaatlerine göre, bir ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine
öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (r.a)\'ın bu
davranışını uygun görmemiştir.
5. İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı
karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur. Serbest bırakılırsa, aynı konuda farklı bir
çok fetvalar ortaya çıkar.
6. Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı
ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu kullanmaları
caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü\'l-Fıkh,
271 vd.).
Ancak burada İmam Şâfii\'nin reddettiği istihsanı şer\'î bir
delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek
olarak değerlendirmek gerekir. Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul
etmediği bir şekildir. Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o
meselenin şer\'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine dayanması
şarttır:
1. Nass\'a dayalı istihsan. Meselâ mevcut olmayan bir şeyin
satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü\', 70), para peşin mal veresiye bir
akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü\', 57). İşte burada ikinci
hadise dayanarak kıyas terkedilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir.
2.
İcma\'ya dayalı istihsan. Meselâ sanatkâra mal sipariş vermek anlamına gelen
istisnâ akdi icmâa dayanır. Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin
olmamıştır.
3. Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan. Pislenen kuyunun,
bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü\'l-Hümâm,
Fethu\'lKadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü\'lMuhtâr, I, 147 vd).
4. Gizli
kıyasa dayalı istihsan. Meselâ; yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça
arazinin satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya geçmez. Bu konuda
vakfın satıma kıyası açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır.
Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit
gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin
Şa\'ban, Usûlü\'l-Fıkh, 168).
5. Örfe dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre
vakfın ebedî olması gerekir. Bu da vakfın sadece gayri menkullerde olabileceği
anlamına gelir. Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi
örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte vakfa konu
olabileceğine hükmetmiştir. Bu esastan hareket edilerek nakit para vakıflarına
da fetva verilmiştir.
6. Maslahata dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre
ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona
erer. Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek
sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar
uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa\'ban, a.g.e., 171).
Sonuç olarak Hanefî ve
Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir
ayrılığın bulunmadığı görülür. Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin
temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur. Nitekim
el-Âmidî\'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı meselelerde istihsan terimini
de kullanarak bu metoda başvurmuştur. Şâfiî\'nin "Mut\'anın otuz dirhem olmasını
uygun buluyorum", "Şüf\'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını
uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III,
138).
Şâfiî\'nin Sahabe Sözünü Delil
Alışı
Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre
sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini
söylemişlerdir. Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî\'nin
naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de Şâfiî\'nin sahabe sözlerini delil
olarak aldığı görülür (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M. ,Sakir nesri,
Kahire 1940, s. 597). Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde
şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine
uymak şarttır. Kitap ve Sünnet\'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin
sözlerine başvururuz. Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete daha yakın olan
söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r. anhüm)\'ın sözüne uymamız
daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir
delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246).
Şeriat İlminin Kısımları
İmam Şâfiî\'ye
göre şeriat ilmi ikiye ayrılır.
1. Hükümlere kesin olarak delâlet
eden nasslarla sâbit olan kesin ilim.
2. Galip zanna dayanan zannî ilim.
İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma girer. Müctehid nasslardan kesin hüküm
çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.
Şâfiî Mısır\'da
yazdığı kitaplarla Bağdad\'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad\'ta
yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir.
Şâfiî\'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu üzerinde
çeşitli görüşler yer alır. Bazan iki veya üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih
okuyucuya bırakılır. Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek
verebiliriz. Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı
bunların zekâtının verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur:
a.
Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım
aktini feshetme hakkına sahiptir?
b. Zekât miktarı arazi yağmurla
sulanmışsa onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir. Alıcı burada seçimlik
hakka sahip midir?
c. Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın tümü
ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru
olabileceğini belirtir.
Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu
mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Çünkü bu mezhebte tercih
kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm\'daFıkhî Mezhepler
Tarihi, 354, 355).
Şâfiî Mezhebinin
Yayılması
Şâfiî mezhebi özellikle Mısır\'da yayılmıştır. Çünkü
mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir. Bu mezhep, Irak\'ta da
yayılmıştır. Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır. Irak
yoluyla Horasan ve Mâveraü\'n-Nehir\'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde
fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır. Bununla birlikte bu
ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle
hâkim durumda idi. Mısır\'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî mezhebi daha
da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip
olmuştur. Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe
göre atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır. Ancak bu
dönemde de Şâfiî mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir.
Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını
kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi.
Osmanlılar Mısır\'ı ele
geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı. Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır\'a
hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga
etmiştir.
Şâfiî mezhebi İran\'a da girmiştir. Günümüzde Şiî ekolü ile
yanyana bulunmaktadır.
Günümüzde Anadolu\'nun doğu kesiminde, Kafkasya,
Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî
mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır. Endonezya adalarında ise hâkim olan
tek mezhep Şâfiî mezhebidir