Gönül Sahibi Bir Dost
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî
“Gönlün
varsa eğer, yürü, gönül sâhibi bir dost ara!”
(Mevlânâ,
Mesnevî, VI/238)
Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hâtır; Türkçe
yürek kelimeleriyle ifâde edilmeye çalışılan gönül, Türk Tasavvuf edebiyâtının
ürünü olan eserler incelendiğinde, salt dînî literatürdeki kalb vb. kavramlarla
bire bir eş anlamlı olarak kullanılmadığı açığa çıkmaktadır. Türk Tasavvuf
Edebiyâtında gönül, bizzat “tasavvuf”u, gönül ehli “sûfîler”i ve gönül sâhibi
de “velîler”i ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Dînî ve tasavvufî bağlamda
bilgi, duygu, düşünce ve ilhâmın kaynağı ve aracı olan gönül, insanları
birbirinden ayıran en temel özelliktir. Akıl, insanı başka varlıklardan
ayırırken; gönül ise ilâhî varlık karşısında insanların derecelerini belirleyen
yegâne unsurdur. Yüce Allah’ın teşrîî (dîne âit) ve tekvînî (varoluşa ve
yaratılışa âit) âyetlerinin (işâretlerinin) en iyi biçimde anlaşılıp kavrandığı
yer, gönüldür. (Geniş bilgi için bk.: Cemal Kurnaz, “Gönül”, Diyanet İslâm
Ansiklopedisi (DİA), c. 14, ss. 150-152; Süleyman Uludağ, “Kalb”, DİA, c. 24,
ss. 229-232)
Bu kısa tariften sonra, Hz. Mevlânâ’nın gönle
yüklediği engin anlam yelpâzesinden birkaç örnek sunmaya çalışacağız.
Gönül
Sâhibi Bir Dost Aramak
“Şehir ve köye sâhip olan, cisimlerin
(toprakların) pâdişâhıdır; gönül sâhibi ise gönüllerin sultânıdır” der,
Mevlânâ. Onlar, herkesin gönüllerine hâkimdirler. (I/134) Gönül sâhibi, gönül
güzelliğine sâhip olandır. Gönül güzelliği bâkîdir; gönül sâhibi de gönül
güzelliği arayanlara, onu ölümsüzlük suyu (âb-ı hayat) gibi sunmakta olan bir
sâkîdir. (II/55) Onun nefesi, bereketin habercisi Nisan yağmurlarını getiren
bahar yeli gibidir. Canda ve gönülde, bu nefes yüzünden yüzlerce güzellikler
biter. Onların nefesleri, tâlihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı
tesiri yapar. (I/163)
Hz. Mevlânâ der ki: “Erler sohbeti, seni de
erlerden eder. Katı bir taş ve mermer bile olsan, gönül sâhibine erişirsen
cevher olursun.” (I/57) Mevlânâ’ya göre “gönlü aydın bir ere kul olmak,
pâdişahların başına taç olmaktan daha iyidir.” (III/51) Çünkü onlar, Allah’a
vuslatı gerçekleştirmiş erenlerdir; dolayısıyla Allah’ın emir ve sakındırmalarındaki
hikmetler, gerçek anlamıyla ancak onlardan öğrenilebilir: “Tanrı emrini,
Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren! Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.”
(I/178) İşte gönül sâhibi olanların gönül mescidlerinde sadece Allah vardır;
başka bir şey yoktur. (II/238)
Allah yolunun, Allah durağının bilgisini, ancak
gönül sâhibi, yâhut da gönül sâhibinin gönlü bilir. (IV/124) Gönül sâhibi,
gönle vâsıtasız, doğrudan bakan bir hekime benzer; nabız atışı, beniz solukluğu
gibi belirtilere ihtiyâcı yoktur onun. Zira ona ululuk nûrunun ışığı ilham
vermektedir. (III/219) Bu sebeple gönül sâhibi, kaskatı gönülleri, elinde bir
mum gibi yumuşatıverir; gönülden geçenlere bakarak da kâh “şu ayıp”, kâh “bu
iyidir” damgasını vurur durur. Mumundaki mühür, bir yüzüğe alâmettir, onu
hatırlatır; ya asıl o yüzükteki nakış kimin alâmetidir, kimi hatırlatmaktadır?
Hakîkî dostu, dostlar dostunu.. (II/101) Onun içindir ki, gönül sâhiplerinin
huzûrunda gönülleri korumak lâzımdır. Çünkü gönül ehlinin yanında edeb, bâtınî
bir iştir, gönle âittir. Zira onlar, gönüllerden geçen gizli şeyleri bilip
anlar. (II/247) Yâni âlimin yanında dilini, ârifin yanında gönlünü tutacaksın..
Gönül sâhibi, hakîkat ve mârifet parıltılarına
alışıktır; kesintisiz ve aracısız bağlantısı vardır. Gerçekte o, âlemin gönlüdür.
Çünkü ten/beden gibi olan bu âleme feyz, bu gönül vâsıtasıyla gelir. Gönül
olmasa ten; konuşmayı, düşünmeyi ve araştırmayı ne bilir? (II/64) Gönül sâhibi,
altı yüzlü bir aynadır. Tanrı, altı cihette de o aynadan nazar eder durur. Altı
yönde bulunan, bu cihetlerden kurtulamayan, dünyâya batmış kişiye Allah, o
gönül sâhibi vâsıta olmadıkça nazar etmez. (V/73-74)
Göz
Nûru – Gönül Nûru / Göz Aydınlığı – Gönül Aydınlığı : Hakîkati ve Dostu
Gösterir
Hz. Mevlânâ, “Bir gönülde gönül nûru olmadı mı, o
gönül, gönül değildir” (V/236) der. Göz; görünür dünyâdaki cisimleri ve onların
renklerini, ancak güneşin, ayın ya da yıldızların ışığı sâyesinde görebilir;
gözün nûru onlardan gelir, göz aydınlığı onlarla gerçekleşir. Fakat görünmeyen
iç âlemdeki renkleri ise, ancak ilâhî nurların yansımasıyla, gönül gözü
açık/aydınlık olanlar görebilirler. Gönül gözleri açık olanların baş gözleri de
ona benzer bir aydınlığa kavuşur. Zira göz nûru, gönüllerin nûrundan meydana
gelir. Gönül nûrunun nûru da akıl ve duyu (his) nûrundan çok farklı ilâhî bir
nurdur. Nur (ışık/aydınlık) yoksa, gözler kör (göremez) olur. (I/91; II/7;
III/353) Işığa dayanamayan zavallı bu tür gözlerle çâresiz gönüllerin, güneşin
nûruna da, güneşe de dayanacak güçleri yoktur. Bu çeşit gözler ve böyle gönüller,
yarasaya benzerler. Yarasa güneşin ışığına ve ısısına tahammül edemez (I/291).
Ama bir de kişinin bizzat gönlü, ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenirse
(çevresindekileri aydınlatma yeteneğini kazanmış gönül gözü açık biri olursa),
o kişiyi artık güneş bile yakamaz. (I/241)
Gönül
Gözü : Sadece Dostu Görür
Gönül, insan vücûdundaki diğer duyu organlarını,
hep kendi istediği yöne doğru yönlendirir: Onu aşağıların aşağısına da
düşürebilir; yücelerin yücesine de tırmandırabilir. Ancak gönül gözü açık
olanlar, sadece yücelere, ötelerin ötesine, metafizik âlemlere, dostlar dostuna
yükselirler. (I/285-286) “Kim can/gönül gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık
görür. Canı/gönlü, halkın tevâtürüyle kanaat etmez; inancı, gönül gözünden kaynaklanır.”
(VI/351)
İçi nefsânî istek ve heveslerle dolu kişinin gönül
gözünde ise kıl bitmiş demektir, diyor Mevlânâ. Gönül gözünü kıldan ve
hastalıktan, hevâ ve heves ateşinden ve dumanından arındırmayan kimse, dostu
görebilmek şöyle dursun, onun köşkünü, izini bile göremez. Ancak bunlardan yüz
çeviren kimsenin gönül gözü açılır ve her nereye dönerse dönsün, artık dostun
yüzünden başka bir şey görmez olur. (I/112)
Gönül gözü kör olanlara, Hz. Mevlânâ’nın bir çift
sözü vardır: “Dünyâya ve dünyâlıklara gönül vermeleri sebebiyle, dünyâ ehlinin
gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler. Mâdem ki gizli bir
âlemde ölümsüzlük suyun (âb-ı hayat) yok, öyleyse kara ve tuzlu suyu ver,
kötülüğü al, bu âlemde!” (V/69)
Gönül
Dili : Dostla Söyleştirir
Mevlânâ’ya göre, aynı dili konuşmak, yakınlık ve
bağlılık göstergesidir. İnsan, dilini bilmediği kimselerle bir arada kalırsa,
yabancılık hisseder, kendini hapse düşmüş bir tutsak gibi görür. Fakat dostluk,
sadece aynı dili konuşmakla elde edilecek bir şey değildir. Yeryüzünde
birbirlerinin dillerini bilmeyen nice insanlar vardır ki, birbirlerine
dostturlar ve birbirlerini çok iyi anlarlar, anlaşırlar. Aynı dili konuşan,
aynı memlekette yaşayan nice insanlar da vardır ki, birbirlerine yabancı
gibidirler, geçinemezler, anlaşamazlar. Öyleyse, der Mevlânâ, mahremlik
(tanışıklık/dostluk) dili bambaşka bir dildir ve gönül birliği, dil birliğinden
daha iyidir. Çünkü gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman
zuhur eder. (I/97)
Gönül
Aynası : Dost Orada Görünür
Kalplerini zikirle ve fikirle cilâlayıp
parlatanlar, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini yansıtan hârika bir gönül aynasına
sâhip olurlar. (I/253) Gönül aynasının bir cilâsı da sabırdır. Câhillerin
eziyetlerine sabretmek, ehil olanların gönüllerine cilâdır. (VI/162) Herkes
gönül aynasının temizliği, cilâsı ve parlaklığı oranında görünmeyeni görür. Kim
gönlünü daha fazla cilâlarsa, daha fazla görür; ona daha çok sûretler görünür.
(IV/234)
Fânî ve dünyevî sûretlerden/resimlerden geçip
gönlünü arıtan kişi, gaybî görüntülere ayna olur. (I/252) Gönül aynası pırıl
pırıl ve saf olmalıdır ki, orada çirkin surat, güzel surattan ayırt
edilebilsin. (II/157) Der ki Mevlânâ: “Gönül aynası saf ve pak bir hâle
gelince; sudan, topraktan başka sûretler görürsün: Nakşı (süsü) da müşâhede
edersin, Nakkâşı (süsleyeni) da; devlet yaygısını da, onu döşeyeni de. (II/6)
Hz. Mevlânâ, nefsin her türlü çirkin ve kötü
huylarından gönlü temizleyerek pırıl pırıl bir ayna gibi parlatmayı,
Mesnevî’sinde, Çinli ressamlarla Rum (yâni Anadolulu) ressamların ressamlıkta
iddiâya tutuşmaları hikâyesiyle çok güzel bir şekilde anlatır: Devrin
hükümdârı, “hangisi daha üstün?” diye, bu iki ressam grubunu yarıştırmaya karar
verir. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon,
bir paravanla/perdeyle tam ortasından ikiye bölünür. Böylece birbirlerini
etkileme ve kopya önlenmiş olacaktır. Çinli ressamlar, gerçekten çok
mâhirdirler; görevlilerden istedikleri rengârenk boyaları kullanarak kendi
duvarlarını hârika süslemelerle donatırlar. Anadolulu ressamlar ise, kendi
duvarlarını iyice temizleyip, pürüzsüz bir hâle getirerek parlatmak ve
cilâlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Öyle ki, yeryüzünün en parlak
aynalarından daha parlak olmuştur, duvarları. Verilen süre dolunca, hükümdar ve
jüri üyeleri, Çinli ressamların süslemeleri karşısında hayran kalırlar.
Anadolulu ressamlar ise, aradaki paravanın/perdenin kaldırılmasını isterler.
Ortaya çıkan manzara müthiştir: Çinlilerin yaptıkları hârikulâde güzellikteki
resimler, daha parlak bir şekilde onların duvarlarına yansımaktadır. Üstelik
resimler, bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengizlik
kazanmıştır. Kazanan, Anadolulu ressamlardır. Hikâyeyi bu şekilde anlatan
Mevlânâ, asıl söyleyeceğini sona saklamıştır: “İkiyüz çeşit renge
boyanmaktansa, renksizlik daha iyidir. Ey oğul, Anadolulu ressamlar,
gönüllerini adamakıllı cilâlayan, her türlü nefsânî istekten, hırstan,
cimrilikten, kinden ve dünyevî kaygıdan gönüllerini arındıran sûfîlerdir. Gönül
aynalarını cilâlayıp parlatanlar, ilâhî güzellikleri ve mânevî nimetleri,
kolaylıkla ve zahmetsizce görüp elde edebilir hâle gelirler.” (I/277-279)
Gönül
Kapısı / Penceresi : Dosta Açılır
Âriflerin gönülleri, Hakk’a açılan kapılar ve
pencerelerdir. Ârif olmayanlara gönül, belki bir duvardır; ama âriflere
kapı/penceredir; onlara taştır, ama âriflere inci. Onların ancak aynada
görebildiği şeyleri, ârif olan kerpiç duvarda görür. Çünkü bu âlem henüz
yokken, âriflerin canları, kerem denizinde yüzmekteydi. Bu tene düşmeden önce
nice ömürler geçirdiler; ekmeden önce ne meyveler devşirdiler! (II/13-14)
Hak ile bâtılın birbirinden ayırt edilmesine
yarayan aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencerelerden sızan ışıklarla
parıldar. (II/189) “Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkaktır” der Mevlânâ.
Zira iki gönül, iki ten/beden gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. İki
kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir; ama ışıkları katışmış,
birleşmiştir. Bir gönülden sevgi şimşeği çaktı mı, bil ki, o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Allah sevgisi arttı mı, şüphe yok ki, Allah seni seviyor, demektir.
(III/359) Yâni gönül pencereni dosta açmayı başarmışsın, demektir.
Öyleyse, “hadi, Yûsuf’un geçeceği tarafa bir
pencere aç da oraya otur, seyrine bak! Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır.
Çünkü gönül, dostun cemâli ile aydınlanır. Şu halde dâimâ sevgilinin yüzüne
bak! Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak!” (VI/245)
Gönül
Defteri : Dostun Takdîrini Bekleyen Tertemiz Bir Levha
Hz. Mevlânâ’ya göre, her sûfînin bir defteri
vardır. Fakat sûfînin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama
defteri gibi değildir. O, ancak kar gibi bembeyaz ve tertemiz bir gönüldür.
(II/13) Onda dostun yazdıklarından başka hiçbir şey yoktur; o, ona teslimdir. Hakkında
ne yazacaksa, râzıdır. O defterde, dostun dışındakilerin (mâsivâ) çiziklerinden
/ nakış ve süslemelerden / resimlerden / karalamalardan eser yoktur; o, onların
hepsini silip atmıştır, çoktan.
Gönül defterinin yaprakları, akıl cilâsıyla
arındırılıp temizlenir. (IV/200) Mevlânâ der ki: “Beyaz bir kâğıda yazı
yazarsan, o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur. Yazılı kâğıda bir yazı daha
yazarsan, okunur; ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü o karalanmış
kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı, her iki yazı da körleşir, hiçbir mânâsı
kalmaz.” (II/260) O halde mâsivâ kaleminin yazıp çizdikleriyle dolu olsa bile,
gönül defterinin sayfalarını onlardan arındırıp silerek dostun yazgısını
beklemek, tek kurtuluş çâresidir.
Gönül
Dağı : Dostun Sesinin Yankılandığı Yer
Gönüller, dağlara benzer, der Mevlânâ; dostun sesi
orada yankılanır. Gönül dağlarındaki bu ses kimin? Bu dağ, kâh sesle dopdolu,
kâh bomboş ve sessiz.. Ev sâhibi, nerede olursa olsun, hâkim ve üstaddır; onun
yaptığı iş, hep yerli yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hâlî kalmasın!
Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir; dağ vardır, yüz misli.. Dağ; o sesten, o
sözden yüz binlerce arı–duru kaynaklar sızdırır. Fakat dağdan dostun lutuf ve
ihsânı kesildi mi, o zaman sular, kaynaklarında kan kesilir, âdetâ. (II/101) Bu
hâle düşenler için bâzı tavsiyeleri vardır, Mevlânâ’nın: “Sen, o kırık dökük,
parça buçuk gönül kırpıntılarını bırak, asıl gönül sâhibini ara da, o kırık
dökük gönül de onun sâyesinde dağ kesilsin!” (III/184)
Gönül
Tahtı : Dostun Karargâhı
Gönül tahtı, nefsin hevâ ve heveslerinden arındı
mı, artık gönülde, “Rahman, arş üzerinde egemenlik kurmuştur.” (Tâhâ, 5)
âyetinin sırrı ortaya çıkar. Bundan sonra Hak, gönle aracısız/vâsıtasız olarak
hükmeder. Çünkü gönül, O’nunla bağlantısını kurmuştur, artık. (I/293) “İki
âlemde de (hem bu dünyâda ve hem de âhirette) Yüce Allah’ın baktığı yer
(nazargâh-ı ilâhî), gönüldür” der Mevlânâ. Zira pâdişah, gönül tahtından başka
bir yere bakmaz. (VI/227)
“İnsan, pek lâtif bir içe (rûha/kalbe/gönle)
sâhiptir; insansan bir an olsun onu ara!” (III/279) diyor Mevlânâ. Gelin, bir
kez olsun, onun çağrısına kulak verelim: “Bir can var cânında, o cânı ara!
Beden dağındaki gizli mücevheri ara! Ey yürüyüp giden dost! Bütün gücünle ara!
Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara!” (Necdet Ekici, “Mevlânâ’da
İnsan Sevgisi”, Mevlânâ İle İlgili Yazılardan Seçmeler, İst., 1994, s. 134)
Öyleyse ey İnsan!
Hz. Mevlânâ’ya sadece kulak değil, gönül ver: Gönlün ve yüreğin varsa eğer,
durma, sen de Mevlânâ gibi gönül sâhibi bir dost ara! Öyle ki, senin de gözün
ve gönlün aydınlansın; gönül gözün açılsın; gönül dilin çözülsün; gönül aynanda
Hak görünsün; gönlünün kapıları ve pencereleri Hakk’ın cemâlinden nasiplensin;
gönül defterini yalnızca O yazıp çizsin; gönül dağında sadece O’nun sesi
yankılansın.. Sözün kısası; gönül tahtın, gönülleri elinde tutan hakîkî dostun
karargâhı olsun, ve’s-selâm!...
Doç.
Dr. Ahmet ÖGKE
www.diyanet.gov.tr